top of page
Yazarın fotoğrafıOral Toğa

Yücel ÖZKORUCU'nun Ardından



Nadide bir güher telef ettim dirig ü âh

Hâk içre defn edip gerü gittim dirig ü âh

Şeyh Galib

(Ah ne yazık ki ben eşi benzeri olmayan bir cevheri kaybettim. Onu toprak içine defnedip geri döndüm.)


Şeyh Galib ile Esrar Dede arasındaki dostluğa benzetirdim Yücel Ağabeyle aramdaki ilişkiyi. Nitekim doktorlar vefat haberini verdikten sonra hastanede yoğun bakımın önünde ağabeyimin naaşını teslim almayı beklerken Şeyh Galib’in bu mersiyesinden dizeler geçip durdu zihnimden… Mersiyenin tamamını yazının sonuna sakladım…


Yücel Ağabeyi tanıdığımda 19 yaşındaydım. Onun kırklı yaşları benim yirmilerim hep beraber geçti. En zor günümde, en zor saatimde ayrılmadı, eksik etmedi varlığını. Yanından hiçbir zaman yüreğim sıkkın ayrılmadım. Bilakis ne vakit sıkkın olsam içimi hafifletir öyle gönderirdi gideceğim yere.


Çok güldük, eğlendik, yeri geldi çok içlendik, yoğunlaştık, çok zaman hayaller kurduk. Yeri geldi çok didiştik ama katiyen işten, üretmekten başka hiçbir konuda didişmedik. Tartışmaların en hararetli yerinde o tok sesiyle “Şimdi alacağım seni ayağımın altına haaa, sakın ola boyuna güvenme birkaç kişi bulurum beraber girişiriz” der gülerdi. Bazen Tolga Er hocamızı da yanına çekip kışkırtır “hadi dövelim şunu” der hınzırca planlarla gelirdi yanıma. Eğer konu ekip işleriyle ilgili bir konuysa da (Simurg’a referansla) “Yolacağım o tüylerini Oral kuş, tüyler uçuşacak havada göreceksin o zaman” der gülerdi. Kısacası hep gülerdi. Sonra gülüşü üzerine şakalar yapar yine gülerdi.


Sayısız kez kütüphane köşelerinde sabahlar bin bir çeşit konu üzerine konuşurduk. Sık sık misafiri olmama rağmen evine her gelişimde “gelme yaa kim temizlik yapacak şimdi” diye takılır sonra “neyse sen yabancı değilsin sana yaptırırım” der gülerdi. Bu kadar teşrik-i mesai sonrasında aramızda gelişen bir jargon vardı haliyle. Bu yazıyı kaleme alırken ara ara o jargonu kullanacağım. Zira o asla kötüyü konuşmaz işine bakardı. Kötüyü konuşması gerektiğinde de incelikle konuşup sözünü özenle seçerdi. Bana öğrettiği en önemli şeylerden birisi de kalbini kim kırarsa kırsın kötüyü konuşmadan işine odaklanmaktır. Yine de yazı boyunca zülf-ü yâre dokunursam affola…


Onu tanıdığımda daha lisans birinci sınıfı yeni bitirmiştim. İlginçliklerle dolu bir tanışmamız olsa da hikayemizi buraya konu edinmeyeceğim. Onu tanıdığım ilk günden vefat anına kadar Çanakkale Muharebeleri özelinden insanlara (ama özellikle çocuklara) fedakarlığın, iyiliğin, inanmışlığın, kararlılığın ne derece önemli olduğunu anlatmaya çalıştı. Yüreğini, beynini ve bedenini bu uğurda yordu, tüketti. 2003 yılından beri Çanakkale onun her şeyi oldu. Tam 15 yıl Çanakkale’den başka hiçbir şeyle uğraşmadı. Yürüdüğü 15 yıllık serüvende olan bitenler onu öyle çok yordu ki yeri geldi fikirlerini çaldılar, yeri geldi saçını sakalını, tahsilini bahane edip üzerine geldiler. Kalp krizi de bu dönemde geldi zaten… Yine de hastaneden yeni taburcu olmuş halde dahi sıcağın altında iş koşturduğunu biliyorum. Yüreklerin sıkkın olduğu böylesi zamanlarda ben nice gecelerde gençliğin verdiği ateşle sinirden köpürüp ağız dolusu küfürler ederken o elini yavaşça kaldırıp gülümserdi. “Bırak” derdi. “Şahıslar önemli değil, işi benim ya da başkasının yapması hiç ama hiç önemli değil. Yeter ki doğru iş ortaya çıksın, yeter ki amaç yerini bulsun, fayda ortaya çıksın” derdi. Kısacası onun için işin kim tarafından yapıldığı değil “doğru” olup olmaması, “faydalı” olup olmaması önemli oldu her zaman.


O her zaman “kötü fiile” karşı oldu. Faille hiçbir zaman uğraşmadı. Yani hiçbir zaman haksızlık veya saygısızlık yapanın zatına kızmadı, küsmedi. Bir yanlış gördüğündeyse yanlışa karşı gelir olayları kişiselleştirmezdi. Eğer karşı taraf konuyu kişiselleştirirse (ki yeri geldi nice terbiyesizliklere/ahlaksızlıklara şahit oldum) onları “güzel bir terk edişle terk ederdi”. Bu, bana öğrettiği en önemli konulardan bir diğeridir.


Ne var ki birisi Çanakkale üzerinden “üç kuruş oradan, beş kuruş buradan” gelir diye yersiz ve yanlış işler üretince de kendine özgü bir tavırla serzenişte bulunurdu. “Para kopartacağız sağdan soldan diye ‘spindirik’ işler yapıyorlar” der, gülerdi. Sonra da sorardı “Spin İngilizcede dönmekle alakalı bir şey değil miydi ya? Hah bunlar da öyle işte rüzgâra, duruma göre dönüyorlar ya, o yüzden spindirik. Yoksa küfür değil, yanlış olmasın” der yine kahkaha atardı…


Karşısındaki insanların kafalarının arkasında sakladıkları niyetleri ve düşünceleri öyle güzel bilirdi ki… Ama incitmemek ve işi yürütebilmek için azami dikkat gösterirdi. İşti önemli olan. Herkesin yolu kendineydi yoksa. Kendisine yapılanı dert etmez ama Çanakkale ve şehitlerin hatırasına yapılanı da hiç affetmezdi. Şehitler üzerinden prim yapmaya kalkanlara bir noktaya kadar sabır gösterir, kibarca ikaz eder, sonra uzaklaşırdı. Kiminle konuşmayı kestiyse bu sebepten kesti.


Çok kez karşı tarafın hakkı olmamasına rağmen (hatta onu küçümsediklerini bilmesine rağmen) kapısını çalıp “siz bu konunun uzmanısınız, sizin onayınız ve denetiminiz olmadan bu iş olmaz” der, baştan sona kendisinin kurguladığı işleri insanlara servis ederdi. Zira yukarıda da belirttiğim gibi, onun için isim değil, iş önemliydi. O “iş büyüdükçe biz küçülüp yok olacağız, var olmayacağız, Çanakkale var olacak” derdi. “O kadar isimsiz şehit varken böylesi bir işte benlik koymak olur mu Oral” derdi… Birkaç ay evvel Milli Eğitim Bakanlığı’nın EBA için açtığı yarışmada ekipçe birincilik aldık. Ekibin beyni oydu. Yaptığımız çalışmayı “kişisel olur, onun gösterilmesi gereken yer ayrı” diyerek siteye koymak bile istemedi … Türkiye derecesi alınmasına en büyük katkıyı o yapmıştı ama ne sosyal medyada ne de başka bir mecrada tek kelime bile etmedi… Aklı ikinci hatta üçüncü projedeydi. “Bundan büyüğünü yapacağız” derdi.


“Parademisyen”ler ve “taklacı güvercinler” öylesine üşüşmüştü ki Çanakkale’nin üzerine, son zamanlarında dayanamadı ve bir gün bana “Öyle acayip insanlar ki Oral bunlar, birileri ‘şehit kemiği para ediyor’ dese gidip karşıda kazı başlatırlar. Böylesi bir tıynete sahip bunlar” diye dert yanmıştı. Bu sözler onun ağzından duyduğum en ağır şey oldu…


Ancak akademinin hakkını veren ve samimiyetle işe yoğunlaşan insanlara ise öylesine derinden saygı ve sevgi beslerdi ki yaşları kaç olursa olsun, meslekleri ne olursa olsun onlarla konuşurken incitme korkusuyla adeta hazır olda konuşurdu. Çok zaman mesajını/yorumunu bana okur “Yersiz değil ama değil mi Oral? Yanlış bir şey yok değil mi? Kırıp dökecek bir şey yazmamışım değil mi?” diye soruları arka arkaya sıralardı… Oysa mesajlarında veya yorumlarında Çanakkale’den başka hiçbir şey yoktu. Ama ince adamdı vesselam. İnceliği ben ondan gördüm. Atacağı her adımda mutlaka ama mutlaka birden çok kişiye danışırdı. 14 – 15 yaşındaki çocuklara bile danıştığını gördüm kaç kez. Hep iş odaklıydı zira...


Çok kez gecenin üçünde dördünde arayıp “Oral Hocam (lisansımı bitirdikten sonra bana hep hocam diye hitap etti. Oysa benim için hep ağabeydi) aklıma bir şey takıldı” der saatlerce telefonda konuşurduk.


Seksenleri, doksanları çok iyi bilirdi. Kadıköy’ün Kadıköy olduğu zamanları, “Cadde”yi çok iyi bilirdi. Eğlenmesini ondan daha iyi bilen birini tanımadım. Her şeyin adabını bilir, öğretirdi. Betimlemelerle öyle güzel tarif ederdi ki neyin nasıl olması gerektiğini, ağzınızın suyu akardı konuya karşı. Friends dizisini defalarca bitirmekle övünürdü. Hayvanlarla konuşur, ağaçlarla söyleşirdi. Hatta bir gün daha yüksek mega pikselli kamera için yerinden edilen az mega pikselli kameranın gönlünü almakla uğraştı ciddi ciddi. Öylesine “hak” kollardı… Samimi bir Müslümandı zira. Ayet ayet bilirdi mushafı. Sohbetimizin koyulaştığı zamanlarda “Şehitlerin şanı için hakkıyla bir şey üretebilirsem belki o zaman secdeye gidip şu günahkar hayatım için Allah’tan af dilemeye yüzüm olabilir…” der iç geçirirdi. Hiçbir zaman kimseye afişe etmedi bunu. İçinde yaşardı ne varsa. Kimseye açmadı kalbinin içindekini…


Kendisini hiçbir şeyde ön plana koymayı sevmezdi. Tüm ısrarımıza rağmen hiçbir zaman seminer vermedi ama seminerlerin büyük bölümüne hem fikren hem fiziken katılım gösterdi. Zaten Simurg’un Sedası’nı kuranların başında gelir kendisi ki o bambaşka bir konu…


Uzun süre yazı da yazmadı. 2014 yılında bir yerde otururken “bak şimdi sana ne göstereceğim” diyerek büyük bir heyecanla önüme bir yığın belge koydu. Savaşa ait dönemin yazışmaların transkripsiyonlarıydı bunlar. Eline geçeli bir gün bile olmamıştı ama çok büyük bölümünü okumuş analizini yapmıştı bile. Bana “bak şu ifadeyi görüyor musun falan yerdeki iddiayı çürütüyor” “bak şurası da falan yerdeki olayın başka boyutunu gösteriyor” diyerek yaptığı tüm analizleri “cicilerini gösteren bir çocuk” heyecanıyla döktü. İki yıldır bunları yazması konusunda ısrar ediyordum. Bu olayla birlikte dayanamadım ve samimiyetimize güvenip saygı sınırlarını da zorlayarak “Abi kusuruma bakma hastayım hastayım diyorsun ama bir gün geberip gideceksin bütün bu analizler de seninle bir toprak olacak. İlminin zekatını vermiyorsun. Yaz artık şunları” diye çıkıştım. Sanırım ilk kez o gün hak verdi bu ısrarlarıma ve hemen sonra 2015 başında bir blog açtı. Yazmaya böyle başladı.


Vefatından sonra site adına sosyal medyasında bazı düzenlemeler yaparken önüme “Facebook’taki Anıların” başlığı altında açtığı blog’u taktim edişini çıkardı karşıma Facebook… Üç yıl geçmişti… 22 Şubat 2015 tarihli gönderi metnini aynen buraya yazıyorum:


“Birkaç gündür ele aldığım bir konuyu yazmak için çalışıyordum… Nihayet bir blog oluşturarak yazımını tamamladığım konuları paylaşıyorum… Ümit ederim esenlik içinde aralıksız başka yazılar da ele almak istiyorum… Bu blog, Çanakkale Muharebelerine kişisel bakış açımı, teknik konuları inceleyerek gerçekleştireceğim bazı konuları ve kısacası kişisel araştırmalarımı, ilgi ve merak konularımı içerecek… İlk yazım henüz yayınlanmamış 27. Alay Harp Cerideleri, bazı harita ve krokiler ile diğer yazılı kaynaklardan istifadelerim, gözlem ve saha araştırmalarımdan oluştu… Benzer şekilde araştırmalarımı yazıya dökerek belki de fayda bile sağlamış olurum… Bir öğrencinin ödevi neticede… ?”


Bir öğrencinin ödevi neticede… İşte böyle bakıyordu meseleye. Bu blog daha sonra bir başka değerli “kardeşinin” katkısıyla kısa sürede bir web sitesine dönüştü. İşte o siteye öylesine özveriyle yaklaşıyordu ki minicik bir eksik, kusur olsa kalbine ciddi anlamda sancılar giriyordu…


Sonraları yine ısrar ettim “abi kitap yap bu yazıları. Akademik anlamda alıntılar vs yapması rahat olur. İntihal olmaz” derdim. “Olsun” derdi. “Ben kitap yaparsam 750 kişi ya alır ya almaz. Ben böyle binlerce kişiye ulaşıyorum. Benim için aslolan şey budur. Ulaşamadıktan sonra bu bilgilerin kitap olmasının hiçbir anlamı yok. Buralarda olan biten insanlara ulaşabilmeli” derdi. Kaç gece bu konu üzerine “didiştik” Allah biliyor…


Son zamanlarda site tanınmaya, bilinmeye başlandıkça çocuk gibi mutlu oluyordu. En son iki ay kadar önce İş Kültür Yayınları’ndan çıkan bir kitapta siteden alıntılar yapıldığı için çok mutluydu. “Bak görüyor musun fayda göstermeye ve insanlara ulaşmaya başladı buradaki işler” diye hasta yatağından doğrulup sevinçle satır satır ilgili yerleri göstermişti. Ben adam hasta yatıyor, bir çorba yapalım diye gelmiştim, (ki ciddi anlamda hastaydı) o hala bana iş anlatıp olacakları söylüyordu…


Son altı ayında sürekli ölümden ve öldükten sonra siteye emek verenlerin emeklerine ne olacağından söz eder olmuştu… İş konusunda bizi öylesine sıkıştırıyordu ki “zamanı israf ediyorsunuz. Ben günleri hesap ederken siz haftaları ziyan ediyorsunuz” diye serzenişte bulunmuştu… Anlamamıştık kastını… Bu süre zarfında 15 saate varan toplantılarımız oldu ve daha sağlığındayken bugün emir ve görev telakki ettiğim şeylerin sözünü aldı benden. Umarım üzerime yüklediğin emanetlerinin hakkını verebilirim ağabey.


İşte biz böylesine büyük bir yüreği, beyni kaybettik ki yerine ne olsa koyamayız… Büyük bir ârifi, bir dervişi, bir dostu ve ağabeyi kaybettik. Yücel Özkorucu ağabeyimiz henüz 53’üne gireli 15 gün olmuşken bir cuma saatinde Hakka yürüdü. Acımızı anlatan daha sayfalar dolusu şey söylenebilir, yazılabilir lakin malumdur ki ölüm hakikati karşısında söylenen her söz hükümsüz kalıyor. Bize boynumuzu büküp sessizce ayrılığın acısını yaşamak düşüyor. Bu kayıpla birlikte Simurg’un Sedası da ilk kaybını vermiş oldu…


Bana yıllardır hemen her sohbette “Bir gün tık edecek gideceğim Oral, kalbim zayıf, hastalıklarım “zıbıtmış” durumda, zaman az, çalışmak – üretmek lazım” derdi. İlk kalp krizinden sonra ağzında hep bu minvalde cümleler oldu. İlk kalp krizinden on yıl sonra bir gün gerçekten bir şey beyninde “tık” etti ve gitti…


Kilitbahir’e aşıktı. Ne zaman tefekkür etmek istese oraya kaçardı yahut beni de alır İkinci Kordon’dan belirli saatlerde oturur izlerdi karşıdan. Kilitbahir’de çok zaman dört duvar yer aradı. Satın almak istedi. Nasip olmadı. Yeri geldi karşılıksız teklif ettiler, “eyvallahsız” bir hayat yaşamak için yüz çevirdi. “Ah Oral, bir dört duvarcığım olsa, hiç olmazsa iki metrekare bir mezarım olsa ah… ah…” derdi nice zaman… Dört duvarcığı olmadı ama ebedi istirahatgahı oldu Kilitbahir… Benim bir koldan dedelerim Kilitbahirlidir. Bunu bilir ve hınzırca “Orası senin değil artık benim köyüm” der gülerdi… Son anında oradaydın, aklında bize emanet bıraktığın projenin taslağıyla tabyada geziniyordun… Orada, Namazgah tabyasında düştün. Şimdi meftun olduğun o yerdesin… Hal böyleyken ben oraya nasıl benim köyüm diyebilirim ki? Hakikat bu ki Kilitbahir artık seninle başka bir anlama sahip oldu ağabey…


Yücel Ağabey onurlu ve dimdik bir hayat sürdü, bizler şahidiz. Hakikat için yaşadı, hak için çalışırken nefesini tüketti… Senin adına en ufak bir üzüntümüz, “keşke şu da olsaydı” diyebileceğimiz bir şey yok. Tertemiz yaşadın. Kimseye el açmadın. Kimseden medet ummadın. “Fikirdir önemli olan” dedin ve o fikre sahip çıkan herkesin ayağına şartsız şurtsuz tereddütsüz koştun. Hülasa biz senden ayrılmış olmanın acısıyla baş ediyoruz sadece. Manevi ağırlığın daim bizimle birlikte olacak. Ürettiğimiz her şeyde var olacaksın (Bu cümleyi duysaydın eminim “Hele bir beğenmeyeyiiiim, hele bir özenmeyiiiin var yaaa” diye ağır ağır parmak sallardın) Olur da kalbini incittiysek bir şekilde, biliyorum sen affedersin bizi. Bundan yana bir endişemiz yok. Zira hayatına dokunan her şeyi ve herkesi yüreğinde sessizce taşırdın sen, bizzat şahidim… Her zaman üretmeyi ve çoğaltmayı hedeflerdin, gidişinin ardından bir sürü yeni dostlar ve ağabeyler/ablalar bıraktın bana, yine çoğalttın hayatımızı… Sırların ve emanetlerin bende ve dostlarında sağlam. Bundan gayrı da şehitler yoldaşın olsun ağabey… İşlerimizdesin… Dualarımızdasın…


Mersiye / Şeyh Gâlib (Günümüz Türkçesiyle)


Kan ağlasın bu dîde-i dürbârım ağlasın

Ansın benim o yâr-ı vefâdârım ağlasın

Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın

Başdan başa bu cism-i siyehkârım ağlasın

Ağyârım ağlasın bana hem yârim ağlasın

Gûş eyleyen hikâyet-i Esrâr’ım ağlasın


(Kan ağlasın bu inci yüklü gözlerim ağlasın

Ansın benim o vefa dolu yârimi ağlasın

Gözüm, ağzım, yanağım, yüzüm ağlasın

Baştan başa bu karalar bağlamış cismim ağlasın

Hem tanımayanlar (Ağyarım) ağlasın bana hem de yâr olanlar ağlasın

Sırlarımın hikayesini dinleyen ağlasın (Esrar Dede’nin hikayesini, ölümünü dinleyenler ağlasın))


Nâdîde bir güher telef etdim dirîg u âh

Hâk içre defnedîp gerü gitdim dirîg u âh


(Ah yazık ki nadide bir cevheri yitirdim.

Ah yazık ki toprak içine defnedip geri döndüm.)


Zât-ı şerîfi âleme bir yâdigâr idi

Fakr u fenâ vü aşk u hüner berkarâr idi

Her şeb misâl-i şem benim ile yanar idi

Sâye gibi yanımda enîs-i nehâr idi

Hakkâ tamâm âşık idi yâr-ı gâr idi

Birkaç zaman muammer olaydı ne var idi



(Şeref dolu zâtı, alem için bir yadigardı (armağandı)

(Zira) aşk, hünerle dünyadan ve kendi varlığından vazgeçip Allah’ta yok olma hususiyetleri onda toplanmıştı.

Her gece mum misali benimle birlikte yanar idi

Gölge gibi yanımda gündüz yoldaşıydı (Gündüz vakti gölge nasıl insanın yanından ayrılmıyorsa o da öyleydi)

Hakk’a bütünüyle aşıktı mağara arkadaşı idi (Ebu Bekir gibi vefalıydı, sıddıktı)

Birkaç zaman daha ömür sürseydi ne olurdu)


Allâh verdi aldı yine kurb-i Hazrete

Biz kaldık intizâr ile rûz-i kıyâmete


(Allah verdi, yine yakınına aldı

Biz kaldık bekleyişle kıyamet gününe.)


Âhir nefesde sohbeti oldu muhabbet âh

Bir yâre urdu bağrıma âh derd-i firkat âh

Gelmezdi hîç kalb-i fakîre bu sûret âh

Ey kâş etmeyeydim o âşıkla sohbet âh

Telh etdi kâmımı o zehrnâk şerbet âh


(Son nefesinde sohbeti yine sevgi oldu ah

Ayrılık derdiyle bir yara açtı ki bağrıma ah

Böyle bir şey olacağı bu fakir kalbe hiç gelmezdi ah (aklımdan geçmezdi)

Keşke o âşıkla sohbet etmeyeydim ah

Tatsız hale getirdi arzularımı şerbetimi zehir etti ah)


Eyvâh elden o gül-i handânım aldı mevt

Esrâr’ım aldı cümle dil ü cânım aldı mevt


(Eyvah ki o gülen çiçeğimi elden aldı ölüm

Sırlarımı (Esrar Dede’mi) aldı, bütün gönlümü ve canımı aldı ölüm)


Meydân-ı Mevlevîde nişân âşikâr edip

Pervâz ederdi şevk ile Ankâ şikâr edip

Eylerdi nây u defle semâ âh u zâr edip

Bulmuşdu kân-ı matlabı Hak’da karâr edip

Almışdı müjde kûyuna yârin güzâr edip

Gitdi ne çâre Gâlib’i hasretli yâr edip


(Mevlevi meydanında işaret gösterip

Şevk ile uçardı Anka’yı av edip

Ney ve defle sema ederdi ah u zar edip

İsteğin kanını bulmuştu Hak’ta karar edip

Yârin sokağından geçip müjde almıştı

Gitti ne çare Galib’i hasret dolu bir yar edip)


Olsun visâl-i Hazret-i pîrânla kâmyâb

Kıldı karîn-i kabr-i Fasîh-i felekcenâb


(Felekler kadar yüce makamı olan Fasih

(Ölünce) Kendi kabrini pirlerin kabrine yaklaştırdı)


 

Yücel Özkorucu'yu Anma Gecesi Konuşması - 25.02.2018


Comments


bottom of page