Fransa’nın Orta Doğu ile İlişkilerinin Başlaması ve Bu İlişkilerin Fransız Kimliğine ve Siyasetine Etkisi
- Oral Toğa
- 18 Mar 2024
- 14 dakikada okunur

İlk Temas
Fransa’nın kuruluş sürecine ve bu süreç içerisinde gerçekleşen tarihsel olaylara burada değinilmeyecektir. Ancak en kısa şekliyle anlatacak olursak, bugünkü Fransa’yı da kapsayan Galya ülkesi milattan sonraki beş yüzyıl boyunca Romalıların işgalinde kalmıştır. Ülke 5. yüzyılda Frankların hakimiyetine geçmiştir. Fransa 843 yılında kurulmuştur ve 1789 İhtilali’ne kadar çeşitli hanedanlıklar tarafından monarşiyle yönetilmiştir (Dışişleri Bakanlığı, 1988).
Konumuz olan Fransa’nın Orta Doğu’yla münasebetinin tarihini ise 1300 yıl öncesine götürmek mümkündür. Bu anlamda ilk ciddi temas Emevilerin İber Yarımadası’nı işgali sırasında yaşanmıştır. İber’in işgalini tamamlayan Emeviler, o dönemde dükalıklara ayrılmış olan ve siyasi birlikten yoksun Fransa’da Abdurrahman El Gefiki komutasında, içinde Bordeux ve Lion’un da bulunduğu Güney Fransa’yı işgal etmiştir. Daha sonra Germen kabilelerinden de destek alan Charles Martel, başkente doğru hareketlenen Müslüman ordusunu Ekim 732’de Tours ve Poitiers şehirleri arasında bir noktada karşılamıştır. Yapılan savaşta Müslüman ordusu mağlup olmuş ve Avrupa içindeki Müslüman ilerleyişi durdurulmuştur. Bu savaşın bir başka sonucu da Charles Martel gerek bölgedeki diğer dükalıklara gerek Germen kavimlerine karşı iktidarını güçlendirmiş ve Fransa siyasi anlamda birlik olma yoluna girmiştir (Nureddin Âl-i Ali, 2010). Başka bir şekilde ifade edecek olursak bu zaferle birlikte Fransa, hem “Hristiyanlığın ve Avrupa’nın koruyucusu” olmuş hem de parçalı siyasi yapısında bir birlik tesis etmeye başlamıştır.
Müslüman ordularının Arap çöllerinden kopup Hz. Muhammed’in ölümünün tam yüzüncü yılında böylesine geniş bir sınıra ulaşmaları şüphesiz ki Avrupa için hazırlıksız bir durumdu. Nitekim bu olaydan sonra İslam medeniyetine karşı Avrupa’nın tecessüsünün arttığını söyleyebiliriz. Endülüs’te kurulan ve döneminde oldukça önde gelen eğitim kurumları, yapılan akademik faaliyetler, kurulan kütüphaneler ve çeşitli dillerden yapılmış binlerce kitap çevirilerinin Avrupalılar üzerinde derin etkileri olmuştur. (Özdemir, 2012) Bu temasın bir başka yanı ise, hemen yanı başında Müslümanlarla komşu olan Fransa’nın iç ve dış politikadaki tutumunu derinden etkilemiş olmasıdır. Orta Doğu’dan kopup gelen orduların bir anda Fransız topraklarını işgali, bugüne kadar sürüp gelen milliyetçi duyguların oluşmasında ve gelişmesinde etkili olmuştur. Dini temelli harekete geçen bir milliyetçi yapıdan söz etmek mümkündür. Bu yapı 1789 ve sonrasını da hazırlayan dinamikleri içinde barındırır.

Haçlı Seferleri ve Fransız Kimliğine Etkisi
Fransa’nın Müslümanlarla girdiği mücadelelerden birlik olarak çıkması onun kültür dünyasında da belli başlı sıçramalara sebep olmuştur.
Ernest R. Curtius’un, “Fransız Medeniyeti” adlı eserinde Fransız kültürünün ilk ehemmiyetli devresinin 1050 ila 1150 arasında olduğunu belirtir (Curtius, 1938). Nitekim bu dönem Endülüs döneminin hemen sonrasıdır. Fransa’da gelişen din bazlı milliyetçilik fikrini ve bundan beslenen kültürel gelişimi anlamak için başka bir örnek verecek olursak aynı eserde Curtius, Rahip Guibert de Nogent’in “İlk Ehli Salip Tarihi” adlı eserinin başına “Gesta Dei per Francos” yani “Frankların Tanrı adına savaşı” diye yazdığını belirtir (Curtius, 1938). İşte tüm bu belirttiğimiz sebepler aslında bir yerde bugün zaman zaman anlaşılmaz kabul edilen Fransız gururunun tarihsel kökenlerine de ışık tutmaktadır.[1]
Saydığımız tüm bu gelişmeler Haçlı Seferlerinin başlamasına önemli ölçüde motivasyon sağlamıştır. İlk Haçlı kafilesini Piere l’Ermite adında bir Fransız keşiş organize etmiş ve Fransa’dan yaklaşık 50.000 kişilik bir kafile hareket etmiştir. Haçlı Seferlerinin Fransa - Orta Doğu ilişkileri adına en önemli yanı, seferlerle birlikte Fransa’nın bölgede fiilen ilk kez varlık göstermiş olmasıdır.
Seferlerin sonucunda Fransız asilzadeleri birçok bölgenin kontrolünü ele geçirmiştir. Antakya Prensliği, Urfa Kontluğu ve Kıbrıs Krallığını yönetmişler; 1341 yılından itibaren Kilikya Ermeni Krallığı’nın yönetimi Lusignan Hanedanı’na geçmiştir. Enteresan bir şekilde bu bahsettiğimiz bölgeler Sykes-Picot’daki Fransa’nın doğrudan kontrol ettiği alanla paraleldir. Türk gücünün bölgede çözüldüğü XIX. ve XX. yüzyıllarının başında bu bölge Fransa hükümetleri için bir veraset hakkı olarak ihya edilmiş; Lübnan’dan itibaren Hatay, Çukurova, Urfa ve Gaziantep üzerinde yerli Ermenilerle ortak bir Fransız hakimiyeti kurmak üzerine hak iddia etmesine sebep olmuştur. (MEB, 1968) Bunun tarihi bir tesadüf mü yoksa ciddi bir milli hafızanın ürünü mü olduğu araştırılmalıdır. Bu konu çok uzun ve detaylı olmakla birlikte Fransa’nın bölgedeki varlığının sonuçlarını özetleyecek olursak; Fransa’nın bölgedeki yüzyıllık temasları ve gelişen olaylar özelde Fransa’nın, genelde Avrupa’nın İslam dünyasını yakından tanımasına vesile olduğu gibi daha sonraki yüzyıllarda emperyal güdülerle geliştireceği dostlukların temelini de yine bu Haçlı Seferleri döneminde atmasıdır. Şüphesiz ki bu zaman diliminde öğrenilen ve tecrübe edilen mevzular, ilerleyen dönemlerde gerçekleşecek gelişmelerin de çekirdeğini oluşturmaktadır.[2]
Söz konusu dönem ile ilgili kayda değer bir diğer konu ise Fransa kralı IX. Louis’nin Mısır’a karşı ilgisi ve 5 Haziran 1249’da giriştiği işgal hareketidir. Bu gayesini gerçekleştirmek adına Moğollarla da ittifak kurma çabasına girmişse de pek başarılı olduğu söylenemez. İstila başarılı bir şekilde başlar ancak daha sonrasında Fransa, Mensure’de yenilgiye uğrar ve Fransa kralı sonrasında gelişen olayların sonucunda esir düşer (Maalouf, 2011). Bu ve ileride bahsedeceğimiz işgal planları, bize Fransa’nın Mısır’a olan ilgisinin tarihinin çok öncelere gittiğini göstermektedir.
Fransa-Osmanlı İlişkilerine Kısa Bir Bakış
Haçlı Seferlerinin ardından Fransa ile Orta Doğu coğrafyası arasındaki ilişkiler özellikle ticaret anlamında çok canlıdır ve giderek artmıştır. Ancak bu artışın yanında özellikle yükselen Osmanlı gücüne karşı da gerek diplomatik yollarla gerek fiilen saldırılarla devam etmiştir. Bunlardan en kayda değer olanı 25 Eylül 1396 yılında Niğbolu Savaşı’nda yaşanmıştır. Ağır bir yenilgiye uğrayan Haçlı ordusunun bıraktığı esirler arasında 27 büyük Fransız asilzadesi bulunmaktadır. Bundan dolayı bu esirlerin serbest bırakılması için Osmanlı-Fransa arasında fidye münasebetiyle çeşitli diplomatik temaslar yapılmıştır (MEB, 1968). 1400’ler boyunca Fransa’nın bu saldırgan tavrının devam ettiği görülmektedir. Muhtelif görüşmelerde İstanbul’un Osmanlılardan temizlenmesi için Fransızlar tarafından çeşitli görüşler ortaya atılmıştır.
Diplomatik ilişkileri yeniden alevlendiren bir başka olay ise Cem Sultan vakasıdır. Cem’in Rodos’a sığındıktan sonra Fransa’ya getirilmesi, zorunlu olarak Osmanlı-Fransız ilişkilerini yeniden canlandırmıştır. Aynı dönemde Cem’e hamilik yapan Fransa kralı VIII. Charles’ın doğu seferi Napoli’de son bulmuş ve güttüğü İstanbul’u kurtarma heyecanı burada kesildikten sonra Osmanlı-Venedik Savaşı’na denizden katılmıştır. Amiral Ravestein komutasında 10.000 yaya askeri ile takviye edilmiş olan Fransız donanması, 1501’de Midilli Kalesi’ni kuşatmışsa da Manisa sancak beyi Şehzade Korkut’un Ayvalık’a gelmesi ve Osmanlı donanmasının Ege’ye açılması üzerine Fransızlar korkuya düşmüş ve Midilli’den alelacele çekilmişlerdir. Dönüş yolunda Çuka (Cerigo) Adası açıklarında karşılaştıkları fırtına sonunda tamamen sulara gömülmüşlerdir. Bu olaydan sonra uzun yıllar Fransız savaş gemileri Türk sularında görülmemişlerdir (MEB, 1968).
Fransa’nın 1500’lerle birlikte politika değişikliğine gittiğini görmekteyiz. İspanya ve Almanya arasında sıkışıp kalan Fransa Osmanlı’yı doğal müttefik olarak görmeye başlamıştır. Bu gelişmeler ışığında Osmanlı-Fransa arasındaki dönüm noktası diyebileceğimiz en önemli diplomatik temas I. François’nın Şarlken’e esareti sonrası sağlanır. Fransa kralı I. François, Şarlken’e esir düştükten sonra Şarlken’in Doğu’daki rakibi Kanuni Sultan Süleyman’a başvurmuştur. (Kocabaş, 1990) Bu olayın ardından diplomatik ilişkiler, denizlerde faaliyetini iyiden iyiye arttıran ve artık Reconquista’yı neredeyse tamamlayarak İber Yarımadası’nı tekrar Hristiyanlaştıran İspanya’ya karşı ittifak şeklini alır. Bütün bu birlikteliğin meyvesi 1535’te verilen kapitülasyonlar olur. Böylece Fransa ile Osmanlı arasındaki ilişkiler ticari, diplomatik ve kültürel alanlarda sürekli bir şekilde yoğunlaşmış ve derinleşmiştir. Ayrıca bu kapitülasyonlar bilindiği üzere Fransa’nın bölgede etkin bir aktör olmasının arkasındaki en önemli sebeplerden birisi olacaktır.
16. yüzyılda başlayan bu iyimser havanın 17. yüzyılda Fransa’nın “Güneş Kral”ı XIV. Louis’nin tahta geçmesiyle dağıldığını görmekteyiz. Aslında yaptığımız okumalarda gördük ki Osmanlı ile Fransa arasında ciddi anlamda bir ittifaktan bahsetmek zordur. Bu iki devletin birlikteliği Fransa açısından zoraki bir evliliğe benzetilebilir. Bunu iki başlık altında özetlersek; ilki, Fransa’nın yukarıda bahsettiğimiz din temelli gelişen milliyetçiliği bu ittifakın bir dostluğa dönüşmesine mani olmuştur.

I. François esir düşmeden hemen önce derhal bir Haçlı ordusunun toplanması halinde üç sene içinde İstanbul’u alacağının vaadinde bulunmuş ancak esir düşünce doğal olarak esir düştüğü Şarlken’in en büyük rakibi olan Osmanlı’dan yardım istemiştir (Kocabaş, 1990). İkincisi ise Osmanlı İmparatorluğu Fransa’yı kesinlikle bir eşiti olarak görmemektedir. Tüm bunların dışında yukarıda bahsettiğimiz Fransa’nın Haçlı Seferlerinden beri Mısır’a ve İstanbul’a karşı olan ilgisini gösteren ilginç bir kitap da bulunmaktadır. Ünlü Alman filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’in 1672’de XIV. Louis’ye sunduğu “Mémoire de Leibnitz á Louis XIV sur la conquête de l’Égypte” adlı kitap, Fransa’nın Mısır’a karşı ilgisinin Haçlılardan beri hiç ölmediğini kanıtlar niteliktedir. Kitap muhtevası itibariyle oldukça cüretkar diyebiliriz. Kitabın içeriği başka bir makalenin konusu olduğu için burada değinilmeyecektir. Ancak Leibnitz’in gerileme dönemine girmek üzere olan Osmanlı’yı ele alış şekli ve tespitleri oldukça şaşırtıcıdır. Ön yargılara bulanmış da olsa birçok yerde haklı tespitleri vardır. Kitap, XIV. Louis ve Avrupa’nın Mısır’ı ve İstanbul’u işgal için kafa yormaya başladıklarını anlamak adına önemlidir. Osmanlı Hükümeti’nin kendi hakkında bu tarz raporlar ve kitaplar hazırlayan Avrupa’dan haberi olduğu kuşkuludur. Yine de Fransa’yla olan ilişkiler bu dönemde gerileme göstermektedir. Bunun sebebi imparatorluğun çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren Katolik propagandalarıdır. Özellikle Cizvit ve Fransiskenlerin başını çektiği bu misyonerlik faaliyetleri Osmanlılar tarafından hiç de hoş karşılanmamıştır. Uzunçarşılı’ya göre Fransız Sefiri Savariy de Breves, Osmanlı Devleti aleyhinde ve bu devletin ortadan kalkması hakkında eser yazarak eski Haçlı Seferi harekatını hazırlamak istiyordu (Uzunçarşılı, 1977). Yukarıda da belirttiğimiz üzere bu dönemde Osmanlı’nın parçalanması için Batı’nın kafa yormayı iyiden iyiye arttırdığını görmekteyiz. Bu konu üzerine detaylı durulmayacaktır ancak iki olay var ki takip eden yüzyıllarda Fransa’nın Orta Doğu üzerinde iddia ettiği egemenlik alanının başlangıcı niteliğindedir. İlki bugün özellikle Lübnan’da yoğun olarak yaşayan Maruniler başta olmak üzere yerel unsurları himaye altına alarak egemenlik sahasını genişletme çabasıdır. Bu gayeyle, 1639 yılında Fransa’nın Osmanlı sefiri Jean de la Haye’a Paris’ten verilen talimatta, Osmanlı İmparatorluğu’nda yalnız yabancı Katolikler değil, yerli Katolikler üzerinde de Fransız himayesinin genişletilmesi isteniyordu (Spagnolo, 1977). 28 Nisan 1649’da XIV. Louis ve Kraliçe Regent, Marunilerin Antakya Patriği’ne gönderdikleri bir mektupta, Marunileri himaye edecekleri vaadinde bulunuyorlardı (Mange, 1940). Suriye’de Cizvit eğitiminin ve Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın amacı, buradaki Hristiyanları kullanarak bir “Oriental Empire” kurmaktı. Buna göre Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması halinde, Lübnan, Doğu Akdeniz, Suriye ve Toroslar’a kadar olan alanın Fransız hakimiyetine girmesi planlanıyordu. Bu planın tatbiki, XIX. asra gelindiğinde hızlanacaktır (Spangolo, 1977). XVII. asrın ikinci yarısına gelindiğinde taradığımız kaynaklardan anladığımız kadarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun zaafları Avrupalılarca bilinmektedir. Bu dönemde rüzgarın Osmanlı ve İslam Dünyası için tersten esmeye başladığını söyleyebiliriz. Zira artık kendine daha çok güvenen bir Avrupa olduğu söylenebilir. Coğrafi keşifler yapılmış, ticaret yolları yön değiştirmiş ve tamamı Avrupalı olan tüccarların eline geçmişti. Bütün bu durum zenginliği arttırmakta ve artan zenginlikle paralel özgüveni de yükseltmekteydi. Osmanlı Devleti için ise durum farklıydı. Hazine boşalmakta ve ticaret yollarını kaybetmiş olduğundan durum kötüleşmekteydi. Üstelik verilen kapitülasyonlarla ekonomik anlamda da büyük zaaflar taşımaktaydı.
XIV. Louis döneminde Fransa, Osmanlı’yı birçok noktada yoklamış ve tabiri caizse iki ileri bir geri hareket eden bir siyaset gütmüştür. Bu siyaset ileride başka bir yazının konusu olacağından burada detaylandırılmayacaktır. İkinci Viyana Kuşatması ve sonrasında olanlar o kadar enteresan olaylara sebep olmuştur ki bugünün Fransa’sını büyük ölçüde yaratan olayların özünü taşıyor dersek yanılmış olmayız. Yukarıda değindiğimiz dönem içerisinde Fransa’nın gelecekteki sömürgesi Cezayir’e bir saldırısı vuku bulmuştur. XIV. Louis’nin tahta geçtiği yılların başında takındığı düşmanca tavrı gören Osmanlı, Cezayir leventlerini Fransa’ya karşı serbest bırakmıştır (MEB, 1968). 1650’de Lyon, Marsilya ve Cote d’Azur’ü tarayan bir Türk filosu, 1662 ve 1669’da da iki defa akın yapmıştır (MEB, 1968). Fransızların da 1664’de Amiral Duc de Beaufort komutasında Cezayir’e saldırdıkları görülmüştür. Cicelli Limanı’na yapılan saldırı, Cezayir yeniçeri ağası Şaban Ağa tarafından püskürtülmüştür. Bu saldırı üzerine, İstanbul’daki Fransız Büyükelçisi Haye, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın gazabına uğrayarak Divan’da alenen hakaret görmüştür. Hali hazırda Katolik propagandası sebebiyle ilişkiler iyi değildir ve bu durumlar karşısında Fransa’yla olan kapitülasyon anlaşması iptal edilmiştir (MEB, 1968). Bu iptal sonrası Fransız tüccarlar zor durumda kalmıştır. XIV. Louis bu sebepten dolayı Osmanlı’yla tekrar anlaşma ihtiyacı duymuştur. Böylece İstanbul’daki elçisine, bir Türk elçisinin Fransa’ya gönderilmesi hususunda bir talimat vermiştir. Divan-ı Hümayun, Fransa’nın bu mağrur kralını tahkir etmek üzere divan çavuşlarından biri yerine daha küçük rütbeli bir müteferrika olan Süleyman Ağa’yı elçi olarak göndermiştir. 4 Ağustos 1669’da Toulon’a çıkan Süleyman Ağa, Fransızlar tarafından fevkalade bir törenle karşılanmıştır. Türk elçisi, aldığı talimat gereğince kendisini çok ağır bir şekilde kabule mecbur etmiştir. Tüm bunları takiben, Süleyman Ağa’nın elçiliği Paris’te Turquerie denilen Türk modasının yayılmasına, Fransızların bugün pek düşkün oldukları kahvenin tanınmasına, devrin büyük bestekarlarından Jean-Baptiste Lully’nin Türk ezgilerinden ilhamla besteler hazırlamasına ve nihayet Moliere’in Fransızların Türk elçisine bu derece rağbet etmelerini alaylı bir dille, meşhur eseri Le Bourgeois Gentilhomme’da ele almasına sebep olmuştur (Kocabaş, 1990). İşte 16 ila 18. yüzyıllar arasında Fransa’ya damgasını vurmuş Turquerie akımı için oryantalizmin şafağı olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Avrupalı seyyahların, tüccarların eserlerinden dolayı Doğu’nun zenginlikleri ve güzellikleri Avrupalı entelektüeller tarafından ilgiyle karşılanmakta ve merak edilmekteydi. Yukarıda bahsettiğimiz olayla birlikte Fransa’da bir Türk’ün bulunması elbette bu entelektüel merakı iyice kamçılamış ve oradaki insanların bölgeden birisiyle tanışmasına, iletişim kurmasına vesile olmuştur. Bu dönemde mimarlık, resim, müzik gibi çeşitli dallarda verilen sanat eserleri ağır derecede Türk etkisi barındırmaktadır. Bölgeye giden insanlar, elçiler yazdıkları hatıratlarla, anılarla geri dönmekte ve bunları aktarmaktaydılar. Zaten Westphalia Düzeni ile yeni bir döneme girmiş olan, kolonizasyonun ve mücadelelerin farklı boyut kazandığı Avrupa kıtasında, bu merak şüphesiz ki emperyalizmin de filizlendiği o dönemlerde ayrı bir hüviyete bürünecek ve bugünkü anlamda oryantalist çalışmalara vesile olacaktır. Buraya kadar anlattıklarımızı kısaca yorumlayacak olursak; Haçlılardan bugüne Orta Doğu’ya hep bir ilgisi olan Fransa’da bugünkü anlamda kurumlar kurulmaya başlarken Osmanlı tarafında Avrupa’ya karşı hala daha tepeden bakış söz konusudur.

Fransa’nın Levant’a ve Orta Doğu’ya olan bakışını sadece dini motiflerle açıklamak eksik olacaktır. Özellikle Levant’ta yüzyıllardır kendi vatandaşları ikamet etmekte ve bunların Fransız ekonomisine ciddi katkıları olmaktadır. İşin bir başka yönüyse Fransız toplumu her şeyden önce bir tarım toplumudur. Bugün bile ekonomideki kalemler içerisinde tarım sektörü geniş bir paya sahiptir (Bardin, 1960).
Dolayısıyla Haçlılardan beri bir şekilde var olduğu; Çukurova, Urfa, Hatay, Lübnan ve Suriye gibi tarım açısından kıymetli topraklara karşı ilgisini anlamak güç değildir. Ayrıca Fransa’nın burada doğal bir müttefik olarak gördüğü Ermeni, Maruni gibi unsurlar yoğunluktadır ve bölge kontrolünün kolaylığı anlamında daha da cazip kılmaktadır. Dolayısıyla Fransa’nın bu bölgeye olan hırslarını ve politikalarını anlamak bu yönden zor değildir. Mısır’a baktığımızda ise yine Haçlılardan bugüne çeşitli sebeplerle Fransa’nın Mısır’la ilgilendiğini ve politikalarını bu toprakların statüsüne göre şekillendirdiğini görmekteyiz. Mısır’ın işgali için yazılan risalelerden ve ileride bahsedeceğimiz gelişmelerden de anladığımız kadarıyla Fransa en baştan en sona kadar Mısır’a karşı iki motivasyonla hareket etmektedir; ilki dini ve kültürel yönün beslediği bir motivasyon, ikincisi ve en önemlisi, ticari yollara ulaşma gayreti. Mısır konusuna daha sonra tekrar değineceğiz.
Napoleon Döneminde ve 19. Yüzyılda Fransa-Orta Doğu İlişkileri
Fransa’nın İstanbul’un fethi sonrası giriştiği birkaç başarısız Doğu Roma’yı diriltme projeleri sonrası bölgede politika değişikliğine gittiğini belirtmiştik. Artık politikaları diplomatik diyebileceğimiz bir zeminde, zaman zaman karşı tarafı yoklayan ve hiçbir fırsatı kaçırmayan bir yola girmiştir. Yine aynı dönemde İngilizlerle, İspanyollarla ve Hollandalılarla giriştiği ve uzun yıllar bitmek bilmeyen mücadelelerden dolayı da dikkatini tam anlamıyla Osmanlı’nın hüküm sürdüğü dünya üzerine verememiştir. Ne var ki 19. yüzyıla girerken artık yeni bir çağın şafağı belirmiştir ve Fransa bu yüzyıla devrimlerle girmiştir. Oluşan boşluğu ise Korsikalı bir general olan Napoleon Bonaparte çok iyi değerlendirmiş ve iktidarı ele geçirmesini bilmiştir.
Napoleon’u bizim üzerinde durduğumuz konuya bağlayan en önemli özelliği Orta Doğu’ya olan özel ilgisidir. Napoleon, Orta Doğu’nun stratejik olarak ne derece önemli olduğunu görmüş ve ezeli rakibi İngilizleri dize getirmek için bu bölgeye hakim olmanın gerekliliğine inanmıştır. İngilizlerin can damarı Hindistan’a giden yolu kesebilmek adına da ilk hamlesini Mısır'a yapmıştır.

Ancak İngilizler derhal bir donanma yollayarak Napoleon’un donanmasını yakmış ve onu zor durumda bırakmıştır. Ayrıca her an gelebilecek bir Türk saldırısı söz konusudur. Bu andan sonrasını ve amacını Napoleon şöyle aktarmaktadır: “Türklerle İngilizler müşterek bir çıkarma mı yapacaklardı? Bu bizim bütün varlığımızı tehdit edecek bir şey olurdu. Bu yüzden, mahvolmamak için hücum edelim. Türklerin elindeki bütün limanları alalım. Suriye Hristiyanlarını silahlandıralım ve Osmanlı topraklarında karışıklıklar çıkaralım. Akka Kalesi’ni alabilirsek, Mısır kamuoyu bizden yana dönecektir. Hazirana kadar Şam’a varmış oluruz. İleri karakollarımız Toroslara kadar sokulur. 26.000 Fransız, 6.000 Memlük ve 18.000 Dürzi ile birlikte doğuya doğru ilerleriz. Ancak İngilizler derhal bir donanma yollayarak Napoleon’un donanmasını yakmış ve onu zor durumda bırakmıştır. Ayrıca her an gelebilecek bir Türk saldırısı söz konusudur. Bu andan sonrasını ve amacını Napoleon şöyle aktarmaktadır: “Türklerle İngilizler müşterek bir çıkarma mı yapacaklardı? Bu bizim bütün varlığımızı tehdit edecek bir şey olurdu. Bu yüzden, mahvolmamak için hücum edelim. Türklerin elindeki bütün limanları alalım. Suriye Hristiyanlarını silahlandıralım ve Osmanlı topraklarında karışıklıklar çıkaralım. Akka Kalesi’ni alabilirsek Mısır kamuoyu bizden yana dönecektir. Hazirana kadar Şam’a varmış oluruz. İleri karakollarımız Toroslara kadar sokulur. 26.000 Fransız, 6.000 Memlük ve 18.000 Dürzi ile birlikte doğuya doğru ilerleriz. Sultan, sesini çıkarmamayı menfaatine uygun bulur. İran şahı, Basra ve Şiraz yolu üzerinden ilerlememizi kabul etti. Allah isterse, marta kadar İndus’a varırız. Akka’yı ele geçirdikten sonra, Şam ve Halep üstüne yürüyeceğim. Yolda ordumu teçhiz etmeye ve maneviyatı yükseltmeye de çalışacağım. Halka, müstebit paşaları bertaraf ettiğimi bildireceğim. Bunun için de kuvvete ihtiyacım var. Sonra, emrimdeki muhteşem kuvvetlerle İstanbul’u alacak ve Türkiye’nin tarihteki varlığına son vereceğim. Böylece yeni ve büyük bir imparatorluk kurulacak. Bu da bana ebedi bir şöhret getirir. Belki dönüşte, Habsburgları yıktıktan sonra, Edirne veya Viyana’ya geçerim.” (Ludwig, 1972). Bu satırlar Napoleon’un hırslarının net bir kanıtı olmasının yanında Fransa’nın Napoleon iktidarında bile Orta Doğu egemenliği yolunda izleyeceği politikanın değişmediğini anlamak adına önemlidir. Napoleon’un Orta Doğu vizyonu hakkında uzunca bir çalışma yapılabilir. Ancak burada belirtmek istediğimiz bir başka unsur daha bulunmaktadır. Napoleon orada bulunduğu süre içerisinde altı yüz Mısırlı genci Fransa’ya eğitim almaya yollamıştır. Böylece Mısır üzerindeki egemenliğini pekiştirmek istemiştir. Ancak kısa bir süre sonra Fransa’ya dönmek zorunda kalınca bu plan askıda kalmıştır (Karal, 1970). Bunun dışında yanında yüz bilim adamı ve mühendis getirmiş ve buraların araştırılması için talimat vermiştir. Bunun sonucunda ise 25 ciltlik “Mısır’ın Tasviri” isimli ünlü bir eser yazılmıştır. Bu eser, Mısır’ın tarihi, sosyal ve ekonomik yapısını öğrenmek için gelecek zamanlarda esaslı bir kaynak olmuştur (Holt, 1980). Ayrıca buradan Fransa’ya birçok eseri getirmiş ve Louvre Müzesi’ne yerleştirmiştir.
Napoleon’u farklı kılan bir başka unsur ise Yahudilere bir Yahudi Devleti sözü vermiş olmasıdır. 20 Nisan 1799’da Asya ve Afrika Yahudilerine hitaben yayınladığı bildiride, onları himayesi altına alacağından bahsediyor ve gelip Filistin’e yerleşmelerini istiyordu. Ancak bunun Yahudiler üzerinde bir etkisi olmamıştır (Friedman, 1917). Bunun dışında 22 Mayıs 1799’da da Monituer Universal gazetesine verdiği ilanda bütün Avrupa, Asya ve Afrika Yahudilerini Fransız ordusuna gönüllü asker olarak katılmaya çağırmış, buna karşılık Filistin’de bir Yahudi Devleti kuracağını vaat etmiştir (Mason, 1970).
Yine yanında yer almaları adına Fransa’nın geleneksel politikasına uygun olarak Marunilere bir mektup yazmış ve Haçlı Seferleri'ni kendi üstüne alıp canlandırdığını ve kendisinin yanında yer almalarını istediğini belirtmiştir. Bu çağrıya Marunilerden pek azının uyduğu görülmüştür (Tibawi, 1969). Tüm bunlardan başka Napoleon, Mısır’ı terk etmesinden sonra bile Rus Çarıyla Osmanlı’yı parçalama planları yapacaktır (Kocabaş, 1990). 19. yüzyıla girdiğimizde ise Orta Doğu’ya hakim güç olan Osmanlı İmparatorluğu'nda “Bize neler oluyor?” sorusu sorulmakta ve cevabı Fransa’da aramaktadır.

Gönderdiği sefirlerden raporlar talep etmekte ve faydalanmakta, (Altuniş, 2006) Fransız komutanları, mühendisleri devşirerek İstanbul’da dersler verdirmekte ve özellikle yüzyılın ikinci yarısında öğrenciler göndererek Avrupa’daki ilim üzerine eğitimler alması talep edilmektedir. Hatta Paris’te bir “Mekteb-i Osmani” açacak kadar (Ay, 2007) Osmanlı kabuklarını kırmış, dış dünyaya bir merak beslemeye başlamıştır. Aynı çaba Osmanlı’dan bağımsız hareket eden Mehmet Ali Paşa’da da görülmektedir. O da çeşitli atılımlara girmiş, öğrenciler göndermiş ve modernleşmenin yollarını o da İstanbul gibi Paris’te aramıştır.[3]
Özellikle Tanzimat sonrası yetişen Türk aydını Fransızların sanatından, hayat tarzından ciddi anlamda etkilenmiştir. Dolayısıyla bu da düşünce yapısına nüfus etmiştir. Kahire’de de -dolayısıyla Arap dünyasında- durum böyledir. Yine bu dönemde İran’ın da Fransa’yla çeşitli yönlerden ilişkiler içinde olduğunu ve düşünce yapısından etkilendiğini görmekteyiz. Öyle ki bugün Türkçede ve Farsçada kullanılan birçok Fransızca sözcük o günlerin eseridir. O dönemde yazılan kitaplar, şiirler kısaca verilen eserlerin hemen hepsi eski usulden koparak Fransız-vari bir havada verilmiştir. Batılılaşma adı altında yeni bir hayat tarzı Orta Doğu’ya nüfus etmeye başlamıştır. Öyle ki o günlerin mirası olan bu eski-yeni çatışması, bugün söz konusu ülkelerin siyasi partilerinden en uzak köşesindeki kasabalarının kahvehanelerine kadar hemen her alanında ve köşesinde yaşanmaktadır. Bir başka üzerinde durmamız gereken konu ise Batı’nın bilginin gücünü keşfettiği andan itibaren bilgiyi kullanma konusundaki inadıdır. Bu inat emperyalizmle birleşince ortaya “Doğu”nun en ücra köylerini gezen, dillerini derleyip öğrenen ve bunu emperyal amaçlar için kullanan bir yapı ortaya çıkmıştır. Batı artık Doğu’yu bölgedeki Hristiyanlara yazdığı mektuplarla değil bizzat bilimi kullanarak ve toplumları tanıyarak parçalama yoluna girmiş ve tam anlamıyla bir zafer kazanmıştır.
Yazının bu bölümüne son vermeden önce, bir noktayı da kayda düşmek gerekmektedir. Bu yüzyılda Fransa için Orta Doğu’daki çıkarları adına yaşadığı en büyük hayal kırıklığı şüphesiz Mısır’ın 1882’de İngiliz kontrolüne geçmesidir. Nitekim başından beri süregelen İngiliz-Fransız rekabetini bu olay, ileride İngiltere lehine sonuçlanmasına da vesile olacaktır.
Dipnotlar
[1] Yukarıda bahsettiğimiz erken dönem Fransız milliyetçiliğini anlamak için Ernst R. Curitus’un kitabı çok önemli bir kaynaktır. Bunun dışında başka bir kaynak için: PRICE, Roger; Fransa’nın Kısa Tarihi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2012.
[2] Özellikle geç dönem Haçlı Seferlerini ve Fransızların durumunu birinci el bir kaynaktan okumak için: Jean de Joinville; Bir Haçlının Hatıraları (çev. Cüneyt Kanat), Vadi Yay. İstanbul, 2002.
[3] Bu dönemde Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın da Fransa’ya öğrenciler gönderdiği not düşülmelidir. Ayrıca dönem içerisinde gönderilen öğrencilerle ilgili en geniş kapsamlı çalışmalardan birisi için: ŞİŞMAN, Adnan; Tanzimat Döneminde Fransa’ya Gönderilen Osmanlı Öğrencileri, TTK Yay., Ankara, 1965.
Kaynakça
Altuniş-Gürsoy, B. (2006). Türk Modernleşmesinde Sefir ve Sefaretnamelerin Rolü. Bilig, (36), 139-165.
Ay, M. (2007). Paris Mekteb-i Osmanisi’nin Kuruluş, Amaç ve İşlevi [Yayımlanmamış yüksek lisans tezi]. Ankara Üniversitesi.
Bardin, J. P. (1960). L’agriculture Française. Marc Blancpain & Pierre Clarac (Ed.) La France D’Aujourd’hui Son Visage, Sa Civilisation içinde. Librairie Hatier.
Curtius, E. R. (1938). Fransız Medeniyeti (Çev. S. Eyüboğlu), Devlet Basımevi.
De Joinville, J. (2002). Bir Haçlının Hatıraları (Çev. C. Kanat), Vadi Yayınları.
Friedman, I. (1977). Germany, Turkey and Zionism, 1897 – 1918. Clarendon Press.
Holt, P. H. (1980). Egypt and the Fertile Crescen A Political, 1516 – 1922. Cornell University Press.
Karal, E. Z. (1970). Osmanlı Tarihi (C. 5). Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Kocabaş, S. (1990). Tarihte Türkler ve Fransızlar. Vatan Yayınları.
Ludwig, E. (1972). Napoleon (Çev. M. Kabaağaç). Ak Kitabevi.
Maalouf, A. (2011). Arapların Gözünden Haçlı Seferleri. Yapı Kredi Yayınları.
Mange, A. A. (1940). The Near Eastern Policy of the Emperor Napoleon III. The University of Illinios Press.
Mason, H. (Ed.) (1970). Reflections on the Middle East Crisis. De Gruyer.
MEB. (1968). Fransa Maddesi. Türk Ansiklopedisi içinde (C. 16) MEB Yayınevi.
Nureddin Âl-i Ali. (2010). Endülüs Tarihi. Ensar Yayınları.
Özdemir, M. (2012). Endülüs Müslümanları Kültür ve Medeniyet, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Price, R. (2012). Fransa’nın Kısa Tarihi. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
Spagnolo, J. P. (1977). France and Ottoman Lebanon 1861-1914. (St. Antony's Middle East monographs). Ithaca Press.
Şişman, A. (1965). Tanzimat Döneminde Fransa’ya Gönderilen Osmanlı Öğrencileri. Türk Tarih Kurumu Yayınları.
T.C. Dışişleri Bakanlığı. (1988). Türkiye’nin Dış Temsilcilikleri Bulunan Ülkeler Hakkında El Kitabı-Avrupa Ülkeleri 1. Kitap. T.C. Dışişleri Bakanlığı.
Tibawi, A. L. (1969). A Modern History of Syria Including Lebanon and Palestine, St. Martin’s Press.
Uzunçarşılı, İ. H. (1977). Osmanlı Tarihi (C. III, K. II). Türk Tarih Kurumu Yayınevi.
Comments